Şu Bizim Sahipsiz Lazca
Yazan: Ali İhsan Aksamaz
კარტა ნენა ქიანას ქოღირს
k'art'a nena kianas koğirs
tüm diller eşit derecede değerlidir
Lazca ve Megrelce, Kolkh dili olarak da bilinen "Zanca”nın iki diyalektidir. Lazca, tarihsel olarak Rize'nin Pazar (Atina), Ardeşen (Art’aşeni), Çamlıhemşin (Vija), Fındıklı (Vitze), Artvin'in Arhavi (Arkabi) ve Hopa (Khopa), Borçka ilçelerinde; Gürcüstan / Acaristan'ın Batumi kenti civarında; Abhazya'da ve Doksanüç Harbi'nden (1877- 1878) sonra Osmanlı yönetimi dışında kalan ve savaştan etkilenen diğer bölgelerden göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Yalova vb. muhacir köylerinde topluca ve dağınık olarak yaşayanlar arasında konuşulmaktadır. Günümüzde, Lazcayı kaç kişinin konuştuğuna somut bilgiler bulunmamakta, verilen rakamlar tahminden öteye geçememektedir. Konuşanlarının sayısı ne kadar olursa olsun, Lazca da ülkemizin anadillerinden bir tanesidir.
Nafaka Ekonomisi Ve Kapitalist-Emperyalizmin Lazcaya Etkisi
Bilinmeyen zamanlarda Lazcanın ortaya çıkması, gelişmesi ve yaşamasını,
kuşkusuz bu dili konuşanların, o zamanlar yaşadıkları yerellikteki
üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri belirlemiştir. O dönemlerdeki
üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri Lazcayı yaşatmış, bu ilişkiler
Lazca üzerinden yürümüştür. Böylelikle doğa, insan, üretim ve bunlarla
bağlantılı diğer ilişkiler Lazcayı yaşatmıştır. Paganlık ardından
Hıristiyanlık ve ardından gelen Müslümanlık; üretim, mülkiyet ve
paylaşım ilişkilerine, dolayısıyla da Lazcaya ötesinden berisinden bir
şeyler vermiş, bir şeyler alıp götürmüştür.
Nafaka ekonomisi
ilişkilerinin hakim olduğu ve bununla birlikte kara ulaşımının çok zor
ve bazen imkansız olması, Lazcayı kendi coğrafyasında ayakta tutan
önemli faktörlerdendir. 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Lazcanın
konuşulduğu yörenin Osmanlı Ülkesine katılması ve İslamlaşma sürecinin
başlaması, Lazcayı yaşatan nafaka ekonomisi ilişkilerinde önemli bir
değişikliği meydana getirmedi. Ancak iki-dillilik prosesi başladı. Yani;
Osmanlı Türkçesi de çeşitli şekillerde yörede kök salmaya başladı.
Dönemin Osmanlı yöneticileri; ülke zenginliklerini ticaret ve sanayi
sermayesinin bağımsız gelişmesi yönünde kullanılması için politikalar
geliştiremedi. Osmanlı Ülkesi 18. yüzyıldan itibaren, emperyalizmin
güdümüne girdi. Böylece ülkemiz Batılı kapitalistlerin bir ham madde
deposu, pazarı ve askeri gücü haline geldi. Osmanlı yönetimi, farklı
halkların kültürel otonomi taleplerine cevap verecek, onları bir arada
tutacak politikalar da geliştiremedi. Bunun yerine özgürlük
mücadelelerini kanla boğmaya çalıştı. Osmanlı yönetimi, doğru
politikalar üretemediği için de, yönetimi altındaki kimi halkları
çeşitli emperyalistlerin safına atmış oldu.
Çeşitli emperyalistlerin
Osmanlı Ülkesine el koyması ve emperyalistler arası saflaşmalarla
birlikte ortaya çıkan yeni sosyal olgular, Lazcayı ve Lazcanın
konuşulduğu tarihsel bölgeleri de etkilemeye başladı. Mesela Osmanlı-Rus
Savaşları, Doğu Karadeniz yöresinde tarihsel olarak konuşulan Lazcayı
derinden etkiledi; o yörede Lazcayı konuşanların seyrelmesine sebep
oldu. Lazcayı konuşanların tarihsel olarak toplu yaşadıkları yöredeki
azalmaları üzerinde durulması gereken çeşitli olumsuz gelişmelere yol
açmıştır.
Lazcayı Yazmak, Lazca Yazmak
Hıristiyan bir geçmişi de
olan Lazcanın ilk yazılı geçmişi ve bunun araştırılmasına ilişkin
bilgilerimiz çeşitli sebeplerden şimdilik yetersiz ve eksiktir. Kuşkusuz
Fransız Devrimi’nin Osmanlı Ülkesine etkileri yerel diller alanında da
görüldü. Bu bağlamda Anadili Lazca olan aydınlar da bu gelişmelerden
etkilendiler. Burada, Lazcanın son yüzyılına ilişkin edinebildiğimiz
bilgileri paylaşmak mümkün. Osmanlı Ülkesinde Lazcaya ilişkin çalışmalar
konusunda karşımıza çıkan isim Hopalı Faik Efendi’dir. Hopalı Faik
Efendi, Sultan 2. Abdülhamit döneminde Lazca Alfabe oluşturmak için
girişimlerde bulunur. Çalışmaları hoş karşılanmaz. Tutuklanır. Zindana
atılır. Çalışmaları yakılır.
Geçmişte Lazca üzerine çalışma yapan ve eserler ortaya koyan yabancılar
arasında Alman Georg Rosen, Rus Nilolay Marr, Alman Friedrich Kluge,
Fransız Georges Dumézil’in adları öne çıkmaktadır. Georg Rosen’in kısa
bir Lazca Gramer çalışması vardır. Nilolay Marr’ın Lazca Gramer
çalışması ve eklindeki sözlük, bugüne kadar yapılmış en kapsamlı ve en
ciddi akademik çalışmadır. Friedrich Kluge, Birinci Dünya Savaşı
sırasında alan çalışması yaparak Lazca metinler derlemiştir. Fransız
dilbilimci Georges Dumézil’in 1937’de Paris’te yayınlanan "Contes Lazes”
adlı çalışması ile 1967’de yine Paris’te yayınlanan "Documents
Anatoliens Sur Les Langues et Les Traditions Du Caucase, IV : Récits
Lazes en Dialecte d'Arhavi (Parler du Şenköy)” adlı Lazca derleme
çalışmaları dikkat çekicidir. Bu yabancı dilbilimciler, "akademik”
saikle hareket etmiş ve çalışmalarını akademisyenlerin hizmetine
sunmuşlardır. Fakat Georges Dumézil’in belirttiğim her iki çalışması
üzerinde durulması gereken özelliklere sahiptir
Sovyetler Birliğinin İlk Yıllarında Lazca
"Akademik” saiklerin dışında, "anadil öğretimi” amacıyla karşımıza
çıkan ve bizim bilebildiğimiz Lazca ilk kitap "Alboni”dir, yani Alfabe.
72 sayfadan oluşan bu kitap ilkokul birinci sınıf öğrencileri için
hazırlanmış. Ön kapakta basıldığı yer ve tarih olarak ‘Abazastaniş
Jumhuriyetişi gamamşqumala-Sokhumi,1935’ ibaresi yer alıyor. Yazarı
İskender T’sitaşi. "Alboni”den sonra Sovyetler Birliği’nde yayınlanmış
ve bizim edinebildiğimiz bir diğer kitap da İskender T’sitaşi imzalı ve
"Ok’itxuşeni Supara” adını taşımaktadır. 85 sayfadan oluşan ve ilkokul
ikinci sınıf öğrencileri için hazırlanmış bu kitabın ön kapağında da şu
ibare yer alıyor: Sokhumi- Abazastanişi devletiş gamamşqumala, 1937.
1929 yılında Lazca olarak yayınlanmaya başlayan "Mç’ita Muruntskhi”,
yani "Kızıl Yıldız” adlı Lazca gazetede yayınlanan bazı haberlerin izi
sürüldüğü zaman, Sovyetler Birliği’nde esas olarak Acaristan ve
Abhazya’da Lazca anadil derslerinin de bulunduğunu görüyoruz. Lazca
anadil derslerinde okutulan, Lazca ders kitapları Latin alfabesine
dayalı Laz alfabesi ile hazırlanmış.
Sovyet Yönetiminin, Acaristan
ve Abhazya’daki Lazca anadil derslerine ilişkin bu uygulamaları, ne
yazık ki kısa sürdü ve 1940’lara varmadan Lazca anadil dersleri iptal
edildi. Ancak Tiflis’te, Sovyetler Birliği döneminde, çeşitli
"saiklerle” ve "akademik” amaçlarla da olsa, içinde Lazca gramer
analizleri ve çeşitli derleme metinleri de içeren, bizim bilebildiğimiz
bir kaç kitap daha yayınlanmıştır. Elimizde bulunan bu kitaplar şunlar:
Arnold Çikobava’nın 1936 tarihli "Ç’anuri Gramat’ik’uli Anazili”, Sergi
Jiğent’i’nin 1938 tarihli "Ç’anuri T’ekt’ebi”, İrine Asatiani’nin 1974
tarihli "Ç’anuri (Lazuri) T’ekst’ebi”, Guram K’art’ozia’nın 1974 tarihli
"Lazuri T’ekt’ebi”, Natela Kutelia ve Sergi Cikia’nın katkı sundukları
"Lazuri P’aramitepe” ve yine Guram K’art’ozia’nın 1993 tarihli "Lazuri
T’ekt’ebi”. Bu çalışmalar Latin alfabesi ile değil, Gürcüstan’da
kullanılan "Kartuli Anbani” ile yayınlanmıştır.
Bugün bir
karşılaştırma yaptığımızda, Lazca konuşanların en önemli bölümü
Türkiye’de, bunların da hiç de azımsanmayacak bir bölümü tarihsel olarak
Lazcanın konuşulduğu yörede yaşamalarına ve bu yörelerle sıkı
bağlantıları bulunmasına rağmen, Türkiye’de Lazca ve Lazcaya ilişkin
çalışmaların geçmişi çok yenidir. Ancak "akademik” denilebilecek bu yeni
çalışmaların da, büyük ölçüde daha önce yayınlanmış çalışmalardan
alıntı olduğunu belirtmekte fayda var. Kısaca söylersek, Türkiye’de
Lazca’nın yazı serüveni Sovyetler Birliğinin kazandırdığı mirasla, ancak
"akademik” denilebilecek anlamda yoluna devam edebilmektedir. Lazcanın
kullanımı açısından da bakarsak, yine, Eski Sovyetler Birliği vatandaşı
olanların çok akıcı ve düzgün bir Lazca konuştuklarını gözlemleriz. Bir
kısmı Türkiye’de diğer kısmı Acaristan, Gürcüstan’da bulunan Sarp(i)
köyünü örnek olarak alırsak, burada yaşayanların Rusçayı da, Gürcüceyi
de Lazcayı da çok iyi bilip konuştuklarını görürüz. Bunun birçok sebebi
vardır. Ancak biz şimdi, esas olarak Türkiye’de konuşulan Lazcanın
durumunu sorgulamak durumundayız.
1930’lu Yıllarda Lazcanın Sovyetler Birliği ve Türkiye’deki Durumu
1930’lu yıllarda Türkiye’deki Lazca neler yaşadı?! Lazcanın bugünkü
durumunu anlamak için, 1930’lu yılların ciddi olarak irdelenmesi
gerekiyor. 1920’li yılların ilk yarısına kadar, anadili olan bir
yerelliğe sahip insanlar doğmuşlar, yaşamışlar ve ölmüşler. Nesiller
devam etmiş. Anadilleri doğum, yaşam ve ölümde kendilerini ifade etmeye
yetmiş. Yerellikte tek dillilik, yerelliğin anadili büyük ölçüde
hâkimdir. Üretim çoğunlukla günlük hayatı sürdürmeye yöneliktir; nafaka
ekonomisi ilişkileri hâkimdir. Yine bu dönem, özelliği gereği içine
kapanıktır. Bu durum ise, yerelliğin sürdürülmesini sağlar. Dolayısıyla
da yerellik, o yerellikteki anadilin konuşulması, kuşaktan kuşağa
aktarılması ve korunmasını sağlamıştır. Bu yerelliğin içine doğan bir
çocuk, meyvelerin adlarını; gökyüzü, güneş, bulut, ay, yıldızlar,
toprak, suyu; "ayıplı- ayıpsız” bütün organlarının adlarını; tohum ve
yenilen yemekleri; üretim ve üretirken kullandıkları aletlerin adlarını;
görülen, kavranan her şeyi; inanç, doğum, ölüm, korku, sevinç, kavga,
aşk ve dostluk, imeceyi anadil ile öğrenir. Çocuk anadil ile şekillenir.
Çevresini tanımaya, anlamaya ve kendisini ifade etmeye başlar; üretime
katkıda bulunur.
CHP'nin tek parti diktatörlüğü 1930'larda günlük hayatı sürdürmeye
yönelik nafaka ekonomisi ilişkilerinin hâkim olduğu Lazcanın da
konuşulduğu yörelerde ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkilerini ve
kurumlarını geliştiremedi, yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi ve
bu sebeple de Lazcayı doğal bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. İki
dilliliği destekleyecek ve geliştirecek politikalar yerine, Lazcanın
burjuva resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri ile ortadan kaldırıldı. Bu
bağlamda asimilasyon politikaları ve baskılar uygulandı, korku havası
oluşturuldu. CHP'nin tek parti diktatörlüğü, Lazcayı köye ve eve
hapsetme ve sonra da yok etme politikaları uyguladı.
Pedagojik Bir Soruna Tanıklıklar…
Arhavili M. Recai Özgün şunları anlatıyor: "…Otuzlu yıllarda okullarda
Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu... gibi isimlerle çalışma kolları
oluşturulurdu... Bunlar arasında "Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”
diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet
bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum... Bu işi... faydalı
olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz
kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar
bozuktu..."
"Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”ndaki faaliyetlerime
bir anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı
yapardım, ama eve gelince, köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem,
dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de
Lazca konuşuyordum... Bir çocuğun ikiyüzlü gelişmesinde felâket etkili
olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, "Lazca konuşmayın” demek, "Siz hiç
konuşmayın” anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı.
Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve
şaşkın şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi.
Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini
anlamaya doğru iterdi ama hiçbir izah tarzını da bulamazdım. Bu konudaki
pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve hatırladığıma göre
utanır ve sıkılırdım.”
Ardeşenli Mecit Çakırusta şunları söylüyor:
"… 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi… yaptım… Okulda Lazca konuşmak
yasaktı. Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun
tespiti için de, talebeler arasında görevliler vardı. Öğretmen, Lazca
konuşanları tespit edip kendisine isimlerini getirenleri ödüllendiriyor
ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca konuşanları da -yine
talebelere yaptırdığı- özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını
kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip tırnaklarımıza cetvelle
vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı psikolojik tahribatın
yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma, suçluluk ama bu suç ve
yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden atamayacaktım…”
1939
doğumlu olan Hopalı Yılmaz Avcı’nın da hatırladıkları şöyle: " ...
Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması
ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu. Ancak
teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak
Lazca konuşabiliyorduk… Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de
mutlaka cezalarını çekiyorlardı. (...) O büyük mücadele sonunda,
öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok !
1944
doğumlu Fındıklılı Nurdoğan Demir’in, o yıllara ilişkin olarak
yazdıkları ise şöyle: "…O yaşımda başka bir dilin varlığını bile
bilmiyordum. Lazca konuşmayacaktım da ne konuşacaktım ki? Yoksa biz,
hani şu öğretmenlerimizin konuştuğu dilden mi konuşacaktık? Öğretmenler
Türkçeyi bana göre çok güzel konuşuyorlardı. Açıkçası imreniyorduk. Ama o
dilden bildiğimiz on kelimeyi geçmiyordu ki, nasıl olacaktı bu iş? O
zamanlar bizim için "Lazca konuşma” demek, "Hiç konuşma” demekle eşti.
İlk zamanlar adeta ağzımız kilitlenmişti. Dilsiz kalmıştık… "
Tek Parti Diktatörlüğü
Yerellikteki bir anadile karşı bu ve benzeri insanlık suçlarını
işleyenler bu cesareti, CHP’nin tek parti diktatörlüğünün yönetim
anlayışından almıştır. CHP’nin tek parti diktatörlüğü, günlük hayatı
sürdürmeye yönelik nafaka ekonomisi ilişkilerinin hâkim olduğu ve farklı
anadillerin konuşulduğu yörelerde ulusal sanayinin kapitalist üretim
ilişkilerini ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini
tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları doğal
bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel
farklılıkları doğal olmayan bir yol ile yani resmî ideoloji ve resmî
tarih tezleri ile ortadan kaldırmaya çalıştı. Burada iki CHP
milletvekilinin, partilerinin görüşünü yansıtan düşüncelerini sizin ile
paylaşmak istiyorum.
Bunlardan ilki CHP Manisa Milletvekili M. S.
Toprak. 1938 yılında verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek
oluşturuyor. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma
açık yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1- 7 gün
arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu.
Bunların diplomalarına da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da
gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü
de ihbarcılara ödül olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre Türkçe
bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde Türkçeyi öğrenmeye mecburdu.
Yoksa onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.
CHP Antalya Milletvekili R. Kaplan’ın Mecliste yaptığı konuşma ise şöyle: "... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme…”
Siyasî otoriteyi elinde tutan CHP’nin tek parti diktatörlüğü, Türkiye’nin anadillerini yok saydı ve bunların yok edilmesi için de elden gelen her şey yapıldı. CHP 9. Bürosu tarafından, 1940’lı yıllarda hazırlanan bir rapor, bu anadillere yaklaşımı açıkça gözler önüne sermekle kalmıyor, siyasî otoritenin bu anadillere karşı olan tavrını da özetliyor. Bu rapor, anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman yurttaşları konu ediyor. Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve geleneklerini koruyan bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor. Örneğin Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyordu.
Oysa bu
yıllarda; Türkçeyi de kendi anadilini de iyi bilen, kendisine güvenen,
kendisi ile barışık, çevresi ile uyumlu, üreten, sağlıklı ve mutlu
vatandaşlar yetiştirilebilir; bugünküne benzemeyen bir vatan
kurulabilirdi. 1 Ocak 1929 tarihinde çalışmalara başlayan Millet
Mektepleri ile çözüm üretilebilirdi. Ayrıca; o dönem müttefikimiz olan
Sovyet ülkesinin desteği alınabilirdi. Sovyet ülkesinin yanı sıra
ülkemizde de konuşulan Abazaca, Adığece, Kabardeyce,
Karaçaylı-Balkarlıca, Osetçe, Çeçence, İnguşça, Avarca, Lazca vd. Genç
Yazılı Diller alanında tecrübesi olan Sovyetlerin desteği, Türkiye’nin
anadil konusunu çözmek için büyük bir fırsattı.
Soğuk Savaş Yılları
CHP’nin tek parti diktatörlüğü, toplumsal hayatın hemen her alanında
derin yaralar açtı. Öyle ki, 1950’de iktidarını kaybeden CHP, toplum
ruhunda açtığı yaralar ile sonraki dönemlerde de etkisini sürdürdü. CHP
sonrası dönemde, bu yaraların bazıları sarılmaya çalışılsa da, anadil
konusu hiç gündeme gelmedi; akla gelmedi; sahiplenilmedi. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında başlayan yeni saflaşma ve ardından gelen Soğuk Savaş
dönemi toplumsal dokuda meydana gelmiş olan yaraları gizlemek ile
kalmadı; bu yaraları derinleştirdi; yeni yaralar açtı.
Gelişmeye başlayan kısmî sanayileşme ve taşımaya çalıştığı arabesk kapitalist hayat tarzı ile birlikte; üretimsel, kültürel ve dilsel içine kapanıklıkları koruyan ve onlarla devamlılığını sağlayan yerellikler de bulundukları yörelerin özelliklerine göre, hızlı veya daha yavaş bir çözülme sürecine girdi. Bu yerelliklerden iş, sağlık ve tedavi için büyük şehirlere gidiş ve gelişler fazlaştıkça; bu yerelliklerde Türkçe okuma-yazma oranı yükseldikçe, gazete, radyo ve televizyon yaygınlaştıkça, yerelliğin çözülme süreci daha da hızlandı. Bu çözülmeler ise, anadillerden uzaklaşmayı, anadillerin çözülme sürecini getirdi. Bir anadilin konuşanlarının sayısı ve konuşulduğu yörenin sanayileşme bölgesine uzaklık veya yakınlığı o dilden uzaklaşma ve çözülmenin derecesini belirledi. Daha az yorucu, daha fazla kazançlı ve sosyal haklar sağlayan modern hayat ile tanışma, yerellikten hızla kurtulup büyük kentlere göç etmeyi hızlandırmakla kalmadı, yerellikte de yerellikten kurtulma gibi bir paradoksal durumu yarattı. Kişi; doğduğu, ürettiği, karnını doyurduğu, doğa ile bütünleştiği, algıladığı ve düşündüğü gibi değil, ışıltılarına özendiği, ama ne olduğunu bilmediği bir hayata kavuşmak için çabalıyordu. Kapitalizm bunu dayatıyordu; kişi buna eklemlenecekti. Modern hayata ulaşma duygusu, kişide bir an önce yerellikten kurtulmayı tetikledi. Fakirliğinin sebebi olarak da, yaşanılan yörenin geri kalmışlığının sebebi olarak da, İstanbul’a ulaşamayıp hemencecik "büyük adam” olamamasının sebebi olarak da belki kişi anadilini görüyordu. Oysa İstanbul’da mezarı bile olmayacaktı. Böyle bir süreçten geçilerek Soğuk Savaş döneminin sonuna, 1991 sonlarına ulaşıldı. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıydı. Hâlâ ayakta kalmayı başarabilmiş anadiller bulunuyorsa; hâlâ konuşanları varsa ve tutarlı savunuculara sahiplerse, korunabilir, geliştirilebilir ve geleceğe taşınabilirdiler. Ama nasıl?!
Soğuk Savaş sonrası
dönemde, ülkemizin anadil konusunun tartışılması ve çözümüne katkı
sağlayabileceği düşüncesi ile Batı dillerinden birçok makale ve kitap
Türkçeye tercüme edildi. Ancak ne yazık ki, kaş yapayım derken göz
çıkarıldı; çok kötü çeviriler ile birlikte bir sürü uygun olmayan terim
ya aynen ya da tercüme olarak Türkçeye girdi.
Anadil tartışmalarında
karşımıza birçok terim çıkıyor. Bir terimler kargaşası görülüyor.
"Eğitim” mi? "Öğretim” mi? "Öğrenim” mi? "Eğitim- öğretim” mi? "Ana dil”
mi? "Anadil” mi? "Anadilde öğretim” mi? "Anadil öğretimi” mi? "Anadilde
eğitim-öğretim” mi? "Anadil eğitim-öğretimi” mi? "Yerel dil mi”?
"Konuşanları sayıca (daha) az diller” mi? "Etnik dil” mi? "Türk
vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları
farklı dil ve lehçeler” mi? "Kavim dili” mi? "Azınlık dili” mi? "Yöresel
dil” mi? "Diğer halkların kendi dilleri” mi? "Yörenin dili” mi,
"Yöredeki nüfus çoğunluğunun dili” mi? "Yörenin anadili” mi? "Yok
sayılan anadiller” mi? "Yasaklanan anadiller” mi? Konumuz olan dilleri
belirtmek için "Türkçe Dışındaki Anadiller”, bu dillerin desteklenmesi
çalışmalarında ise "Anadil Öğretimi”, "Anadil Öğrenimi Hakkı”
ifadelerini kullanmanın doğru olduğuna inanıyor; böyle kullanılmasını
öneriyorum.
Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP
Hükümetinin hazırladığı "Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
İlişkin Kanun”un (Kanun no: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi
Gazete: 09.08.2002- 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, "Türk
Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları
Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” (Resmi
Gazete: 20.09.2002- 24882) ve "Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında
Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo
ve Televizyon Yayınları Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004 -25357) de
yürürlüğe girdi.
Kuşkusuz bu önemli bir gelişmeydi. Ancak; yasak
savma kabilinden bir uygulama olduğu hemen anlaşıldı. "Türkçe Dışındaki
Anadiller” değil de "Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel
Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler” gibi bir ifadenin
kullanılması konuya nasıl bakıldığının ipuçlarını veriyor. Dikkat
edilirse, "Öğretilmesi” değil "Öğrenilmesi” ifadesi kullanılmış.
Örneklerini verdiğim uygulama ve yok saymalardan sonra bu "öğrenilme”
nasıl olacak? Bu vb. sorular cevapsız bırakılıyor. Bu anadiller ile
bağlantılı olarak kullanılan "dil” ve "lehçe” nedir? Bir anadilin, dil
mi lehçe mi olduğuna kim karar verir?
DSP-MHP-ANAP Hükümetinin
ilgili yasa ve yönetmeliklerde yaptığı değişikliklerin ardından, yapılan
resmî açıklama ile TRT’nin yalnızca Boşnakça, Arapça, Kırmançi,
Çerkezce ve Zazaca radyo ve televizyon yayını yapacağı duyuruldu. Beş
anadildeki radyo ve televizyon yayınları, 7 Haziran 2004 Pazartesi günü
Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça,
Kırmançi, Çerkezce ve Zazaca TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillerdi.
TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları
saatler vd. açılardan eleştirilebilir. Ancak öncelikle üzerinde
durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının neden beş ile
sınırlandırıldığıdır. TRT, Kırmançi, Zazaca, Boşnakça, Arapça ve
Çerkezceyi hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için
seçti? Bunu bilemiyoruz. TRT’nin, DİE’nin verilerini dikkate alarak bu
dilleri belirlediği düşünülebilir. Anadillere ilişkin soruların en son
1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin anadil
sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. 2000 yılında
yapılan son nüfus sayımlarında ise, anadile ilişkin soru sorulmadığına
göre; TRT, 1965 nüfus sayımı anadil verilerini mi dikkate aldı? Şimdi
1965 nüfus sayımı anadil verilerine bir bakalım: Anadili ve ikinci dili
olarak Boşnakçayı 57.209 kişi; Çerkezceyi 106.960 kişi ve Arapçayı
533.264 kişi konuşuyordu. Yine aynı yıl verileriyle Lazcayı 81.165 kişi;
Gürcüceyi 79.234 kişi; Pomakçayı 57.372 kişi; Arnavutçayı 53.520 kişi
ve Abazacayı ise 12.399 kişi anadili veya ikinci dili olarak
konuşuyordu. Bu rakamlar, TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına
göre değerlendirmediğini gösteriyor. O zaman TRT’nin kıstası neydi? Bunu
hiç öğrenemedik. Eğer TRT, Anadolu’ya göçmen dilleri, yani Boşnakça ve
Çerkezceyi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca,
Arnavutça ve Pomakçayı da dikkate almalıdır. Eğer TRT, Anadolu’da yerli
dilleri, yani Kırmançi, Zazaca ve Arapçayı dikkate alıyorsa diğer yerli
diller olan Lazca, Gürcüce vd. dilleri de dikkate almalıydı. TRT’nin bu
beş anadilde yaptığı yayınlar birçok açıdan eleştiriye muhtaçtır. Bu
yayınlar, siyasî otoritenin, Türkiye’nin anadillerini tanıdığını ifade
etmesi anlamında önemlidir.
Lazca, Dilekçe Vermekle Yaşar Mı?
Resmi ideoloji, Türkiye’nin diğer anadilleri gibi Lazcanın yaşatılması
ve geliştirilmesi ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılmasını
engellemekle kalmadı, bu dillerin geliştirilip yaşatılmasına yönelik
bilgi ve tecrübe birikiminin ortaya çıkartılmasını engelledi, korkular
oluşturdu. Bunun bir sonucu da günümüzde anadiline yabancılaşan, onu
aşağılayan insan tiplerinin yanı sıra, emperyalist ABD ve AB'nin
ikiyüzlülüğünün bir ifadesi olan UNESCO ağzıyla konuşan ve AİHS'ne
sığınmaya teşne bir aydın türünün de ortaya çıkmasına sebep oldu. Büyük
şehirlerde etkili olan bu anlayış sağa sola, sonuç alamayacağını bile
bile dilekçe vermekle ve basında bununla ilgili çıkan haberleri
duyurmakla Lazcayı yaşatma anlamında önemli görevler yaptığına
inanmaktadır. Bu ise konunun traji-komik yönünü gözler önüne
sermektedir. Oysa; tılsım kolektif üretimdedir. Bunun için de bugüne
kadar Lazcanın yaşama ve geliştirilmesine meşreplerince katkıda bulunmuş
kişi ve kuruluşların daha fazla zaman geçirmeden ve ayrım gözetmeden
bir program ve proje etrafında bir araya gelmesi ve işbaşı yapması
gereklidir. Bütün anlattıklarım, Lazcanın ne kadar sahipsiz bir dil
önüne sermektedir. Ancak bütün bunlar, Lazcanın geleceği konusunda
ümitsiz olduğumuz anlamına gelmemelidir.
Sosyal Devletin Görevleri Bağlamında Anadiller
Konuya
taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk
yapıdaki bir "Anadillerini Planlama Kurumu” nüve olarak bu anadil
çalışmalarını yürütebilir. Anadiller ile ilgili bütün çalışmaları tek
elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum,
anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir
yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda, anadil konusu, anlaşılır ve
bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür
oluşturulmalıdır.
Öncelikle, Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri
çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı
olmayan anadiller değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca,
Uygurca gibi diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım
sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı anadili Türkiye’de
konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak
tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için
Latin alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk
aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit
edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu
sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı
alfabeleriyle yayınlanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf
öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo
ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.
Bütün
bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek,
yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre
"sosyal bilgiler” ve "fen bilgisi" vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro
eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve
dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu
personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/veya çalışmalar yapan
komşu ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.
Gerek
personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü
materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet
kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.
Son Söz
Bu anadiller,
1950’lere kadar esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerindeki
yerelliklerinde konuşuluyorken, günümüzde Türkiye’nin hemen her yerinde
konuşulmaktadır. Bu durum mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu
anadiller gündeme geldiğinde kimileri bu dilleri "bölücülük” sebebi
olarak lânse etmeye çalışıyor. Kimileri de bu anadil tartışmalarını
"Kürtçe” üzerinden yapıyor. Bu anadiller, ne "bölücülük” sebebidir ne de
"Kürtçe” Türkiye’nin, Türkçe dışındaki tek anadilidir. Anadil, 1930’lu
yıllarda büyük ölçüde pedagojik bir konuydu. Günümüzde ise hem hâlâ bir
pedagojik sorun hem de bir insan hakları konusudur. Bu hakkı, isteyen
vatandaşlarının hizmetine sunmak ise sosyal devletin önemli görevleri
arasındadır. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve son seksen
yıldaki her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşabilme becerisini
gösteren bu anadiller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun,
isterse de çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha
geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe
taşınma hakkına sahiptir. (29 Mayıs 2009)
[youtube width="570" height="380"]http://www.youtube.com/watch?v=RLXl0h__dto&feature=player_embedded[/youtube]
Faydalanılan Başlıca Kaynaklar
*Akar, Rıdvan (1998): "Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metinde
Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110, Birikim Yayıncılık,
İstanbul.
*Aksamaz, Ali İhsan (1997): "Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu”, 1. Baskı, Çiviyazıları, İstanbul.
*Aksamaz, Ali İhsan (2000): "Dil-Tarih-Kültür- Gelenekleriyle Lazlar”, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
*Aksamaz, Ali İhsan (2003): "Doğu Karadeniz’de Resmî İdeolojiler Kuşatması, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
*Aksamaz, Ali İhsan, vd. (2005): "Anadilde Eğitim ve Azınlık Hakları, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
*Aksamaz, Ali İhsan, vd. (2008): "Kültürel Zenginliğimizin Farkında
Olamayışımız”, (Sanat Estetik Politika -Kültür-Sanat Konferansı
Tebliğleri), 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
*Aksamaz, Ali
İhsan (2009) "Lazcayı Yaşatma Mücadelesi Kapitalist Yabancılaşmaya Karşı
Bir Duruş Olmalıdır”, Sorun Polemik, sayı 35, Sorun Yayınları,
İstanbul.
*Aksamaz, Ali İhsan (2009) "Dilekçe Vermekle Lazca Yaşar Mı?!”, Sorun Polemik, sayı 36, Sorun Yayınları, İstanbul.
*Aydın, İsmail (1997): "Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim-
Öğretim& Öğretmenler (1908- 1997), 1. Baskı, Eğitim Sen Yayınları
Güncel Sorunlar Dizisi, Ankara.
*Avcı, Yılmaz (2002): "Türkçeyi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 3, İstanbul.
Bul, Melahat (2000): "Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz
Kültürünün *Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai Özgün" Mjora, Sayı
1, Çiviyazıları, İstanbul.
* Demir, Nurdoğan (21.02.2007): "Hayde Biga Ezdi Jile Bulurt”, www.lazuri.com
*Dündar, Fuat (1999): "Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar”, Doz Yayınları, İstanbul.
*Güven, Yaşar (2009), "Ali İhsan Aksamaz: Kafkasya ve Türkiye’deki
Kafkasya ile ilgileniyorum”, Jıneps Ulusal Yaygın Aylık Siyasî Gazete,
Sayı 3, İstanbul.
*"Kardeşine Lazca Mezar Taşı Dikti” (30.11.2007): www.pazar53.com
*"Misyonumuz” (2006): www.kolkhoba.org
*"Mç’ita Murutskhi”yi yasaklayan Bakanlar Kurulu Kararnamesi,
http://www.mavidefter.org/images/stories/oteki_tarih/mcita_murutsi.jpg
*Özgün, M. Recai (2003): "Okulda Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolundaydım”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 8, İstanbul.
*Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma (1974): 1. Baskı, Aydınlık Yayınları, İstanbul.
*"TBMM Lazca Yazılan Dilekçeyi Ek Olarak Kabul Etti” (16.12.2006): Faik Aksamaz’ın Dilekçesi, Star Gazetesi.
(Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen) tarafından 30 ve 31
Mayıs 2009 tarihlerinde Ankara’da, İnşaat Mühendisleri Odası Konferans
Salonunda düzenlenen "Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu”nun 2.
gün 4. oturumdaki konuşma bu metne dayanılarak yapılmıştır.)
Bu haberi okuyanlar aşağıdakileri de okudu
Lazca Nerelerde Konuşulur (Lazların Memleketleri)
Türkiye’de "Laz” kelimesi bazen yanlış kullanılıyor. "Doğu Karadenizli” veya sadece "Karadenizli” anlamında bu kelimeyi kullanan milyonlarca insan bulunmaktadır. Halbuki gerçek
1877-1878 OSMANLI RUS SAVAŞLARI(93 HARBİ) : KAFKASYA VE ARTVİN’DEN BATI ANADOLU’YA DOĞRU LAZ GÖÇLERİ
Devrin'' hasta adamı'' olan Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1877-1878 yılları arasında tarihte 93 harbi denilen savaşlar olmuş, Osmanlı Devleti ’de Ruslar karşısında büyük bir
Lazlar Nerede Yaşar?
LAZLAR NERELERDE YAŞARLAR? LAZLAR HANGİ İLÇELERDE YAŞARLAR? LAZLAR HANGİ KÖYLERDE YAŞARLAR?
LAZCANIN ARTVIN VE RIZE ILÇE AĞIZLARI VE FARKLARI
LAZLAR KİMDİR NERELERDE YAŞARLAR Lazlar Lazca konuşmalarıdır. Lazlar, tarihte Lazistan olarak adlandırılan Doğu Karadeniz Bölgesinde, Artvin’inHopa (Xopa), Arhavi (Arkabi), Borçka
LAZEPE SO SKIDUNAN?
Ǩiyanaşi ǩat̆a svas Lazuri na-ip̌aramitams ar mitis komoyxvadinen. Turketis doloxe ǩat̆a svas na-skidun Lazepe korenannati, Lazepes oǩonç̌eri na-skidunan ar dobadona uğunan.
LAZİA THEMASI VE OSMANLI DEVLETİ’NDE LAZİSTAN SANCAĞI
1204’te Pazar ilçesinden Batum’a kadar uzanan topraklarda kurulan Laz Theması(bölgesi),bölgenin Osmanlı yönetimine girmesinden sonrada değişik bir adla devam etti.1519 da Yavuz